Bir Julian Schnabel Filmi : BASQUIAT

New York, 18 Şubat 2007, günlerden Pazartesi, karlı bir kış günü. Metropolitan’da geçirdiğim koca iki günün ardından, Whitney Müzesi’nin yolunu tutuyorum. Şansımdan Pazartesi günleri açıkmış Whitney, böylece hem onun sıcaklığına sığınacağım hem de müzede farklı resimler göreceğim diye geçiriyorum içimden.

Metropolitan Müzesi’nin görkemine karşın, Whitney, neredeyse yan yana eklenmiş modern bir bina görünümünde. Öyle büyük bilet kuyruğuna girmiş pek kimse de yok ortalıkta. UPSD sanatçı kartımı gösterince, verdiği biletle on iki dolar ödemeden müzeyi görebileceğimi söylüyor görevli. Sevinçle, bir alt kattaki kafeye iniyorum. Bembeyaz örtülerle kaplanmış masalardan birine oturuyor, bir şeyler yiyip, içmeye karar veriyorum. Pek sevecen ve nazik şekilde seçimimde yardımcı oluyor servis elemanları. Yemek gelinceye kadar defterime notlar alıyorum.

Müzeyi gezmek için yeniden ilk kata döndüğümde, asansörün önündeki görevli “ en üst kattan aşağıya doğru gezebilirsiniz” uyarısında bulunuyor. 20 yy. Amerikan Sanatını barındıran müze, 1931’de 700 eserle kurulmuş. Bugün koleksiyon sayısı on iki binin üzerinde bir sayıya ulaşmış. Resim, heykel, multi medya enstelasyonu, çizim, fotoğraf gibi plastik sanatların tüm dallarını içerisine alıyor.

Müzede fotoğraf çekmek yasak olduğu için sevdiğim ressamların isimlerini not almaya başlıyorum. Edward Hopper’in “ a woman in the sun”, George Tooker’in “the subway”i, Barnet Newman’ın “promise” adlı eseri, William de Koning, Adolph Gottlieb, Arshile Gorky, Richard Serra, George O’Keeffe, Marsden Hartley resimleri, Cindy Sherman’ın fotoğrafı, Annette Lemiux,Jackson Pollock,Elizabeth Murray gibi sanatçıların eserlerini izleyerek yukarıdan aşağıya doğru keyifli bir yolculuğa çıkıyorum.

Katlardan birinde, siyah perdeyle kapalı bir bölümden güzel bir müzik sesi ve diyaloglar duyunca, içeriye bir bakmak istiyorum. Siyah perdeyi aralayıp içeriye girdiğimde salonun tamamen dolu olduğunu ve herkesin pür dikkat, hiç ses çıkarmadan bir filmi izlediklerini görüyorum. Ekranda gösterilen filmin kime ait olduğunu hemen çıkartmam zor elbette. Herkesin çok istekli seyrettikleri filmi ayakta izlemeye karar veriyorum.

Yerimi alıp ekrana odaklandığımda, parti verilen bir eve, bir genç resmini getirmişti ve ev sahibi onu duvarına asıyordu, genç adamın ve arkadaşının eline sıkıştırdığı para değil, uyuşturucuydu. İnce, esmer genç nemasını alıp dışarı çıktığında, bir pencereden dışarıya bakmakta olan sakallı genç bir adam, bir an oturduğu yerden kalkıp odaya doğru yürüyünce onun bıraktığı resmi gördü, “bunu kim yaptı”diye israrla sordu. Çoğu çoktan kafayı çekmiş olan ev halkının o resimden haberi bile olmadığı için, tekrar penceresine döndüğü anda elindeki beyaz tebeşirle duvara “plush safe he think” yazan genci gördü ve koşturarak aşağıya inip, “bekle” diye bağırdı. Yanına yaklaşınca “adım Ricard Rene” diyerek kendisini tanıttı. Ardından “ yukarıdaki resmi sen mi yaptın?”diye sordu. Zayıf, esmer, çelimsiz genç adam “Evet” dedi. Ricard, ismini sordu.”Adım, Jean Michel Basquiat” diyordu biraz da umursamadan. Ricard, “beni tanıyorsun değil mi, seni yıldız yapacağım.” Biraz git işine der gibi baktı ona Basquiat. Fakat bu noktadan sonra onun yıldızlık serüveni başlayacaktı. 1981 yılında ilk grup sergisine katıldı. İlk kez resimlerinin üzerine dikkat çekmeyi başardı, hatta bir resmi beş bin dolara satıldı bile. Bu arada New York sanat camiasına da tanıştırıldı O. Albert Milo, Bruno Bishofberger, kendine güvenli, biraz küstah Anina gibi New York sanat camiasının baş aktörleri ve renkli simalarıyla.

Basquiat’ın hayatındaki en önemli kişi, hayatını paylaştığı Gina idi. Onun hayatta tek tutunduğu, onu koruyup kollayan, sanatçı olarak anlama yolunda çaba harcayan bu kadına aşıktı Basquiat. Henüz yataktan kalkmadıkları bir gün, kapı çalınır, gelen Anina’dır. Evi, resimleri baştan aşağı süzer, bu arada Basquiat, bir kapının ardında saklanmaktadır, Gina onunla konuşur. Sonra Basquiat ortaya çıkar ve Anina ona kendisine büyük bir mekan bulacağını söyler ve dediğini de yapar. Basquiat, zemin katta, yapay ışık altında çalışacağı büyük bir mekana kavuşmuştur. Öylesine kendini kaptırır ki çalışmaya, o büyük boy tuvallerin üzerinde, çizgiden yazıya, boyadan çizgiye gidip gelen resimler yapmaya başlar. Artık, dışarıda duvarlara yazdığı yazılar, büyük boy tuvaller üzerinde kendini göstermeye başlar. Bir nevi grafitidir yaptıkları. Hani bildiğimiz anlamda, bir şovölyenin üstüne tuval koyarak çalışmaz o. Yere serdiği büyük boy tuval bezlerinin üzerinde hem gezinir, hem de resmini yapar. Arada sırada Anina ve onu yıldız yapacağım diyen adam kontrole gelirler, çalışmalardan memnun kalırlar.

Böyle bir çalışma gününün ardından, deyim yerindeyse, sokakta gelen geçene bakarken, sarışın, elbiseli, pembe fuları havalarda uçuşan bir kadın geçmektedir onun dikilmekte olduğu kaldırımdan. Bir an her şeyi unutur ve o kadının peşine takılır ve giderler. Eve döndüğünde o pembe fular yanındadır ve Gina’nın saçına örter fuları, Gina biraz garipsese de hoşuna gider. Sıra ilk kişisel sergisine gelmiştir, galeriye çoktan gelmiş olan izleyicilerin arasından bir misafir gibi içeri girer Basquiat. Herkes oradadır neredeyse, Andy Warhol, Albert, Bruno, Anina, uzaklarda bir yerde Gina, hatta babası ve eşi bile. Bu arada Gina o pembe fuları takmıştır boynuna, fakat tam da bu sırada herkesin etrafında döndüğü bir anda,
o sarışın kadının Gina’ya doğru yürümekte olduğunu görünce, ona engel olmak için Gina’ya koşsa da boşunadır, çünkü kadın Gina’dan pembe fuları çeker alır ve Gina galeriyi terk eder. Basquiat, Andy Warhol, Alberto, Bruno, Mary Boone gibi isimlerle lüks bir lokantada yemek yerken, onun tanınmasına yardımcı olan genç sakallı adam,Ricard Rene orada dışlanır, buna çok içerler ve olay çıkardığı için lokantadan atılır. Andy Warhol’la daha da yakınlaşır, birlikte resim yaparlar. Buradaki bir sahne beni çok etkiledi. Bir şeyler almak için Warhol ve Basquiat bir dükkana girerler, o arada Basquiat havyarın tadına bakar, ardından hepsini almak ister. Dükkan sahibi adam,”üç bin dolar, o kadar paranız var mı? diye sorar. Bunun üzerine Basquiat, Andy Warhol’a döner ve şu soruyu yöneltir.”o kadar paramız var mı Andy?” Andy banka kartını çıkarır verir ve dükkan sahibi bu durum karşısında şaşkına döner.

Gina’dan ayrı yaşayan Basquiat, bir gün tesadüfen yolda arabasını gördüğü Bruno’dan Andy Warhol’un öldüğünü duyar, bu onun için büyük bir kayıp olur. O Andy’nin filmini izleyip ağlarken, bir sanatçının bir meslektaşı, arkadaşı için döktüğü gözyaşlarına benimde gözyaşlarım da karışıyordu. Basquiat, bir gece yarısı, annesinin kaldığı hastaneye gider, görevliden kapıyı açmasını ister, annesini alıp götürmektir amacı. Fakat bu isteği görevli tarafından yerine getirilmeyecek, o bağırdığıyla kalacaktır.

Bütün bunları yaşadığı bir sırada, bir gün pijaması ve sabahlığıyla, aşırı uyuşturucu almış bir şekilde kendini sokağa atacak, sonunda da bir yerde yığılıp kalacaktır. Sadık arkadaşı onu bir yerde bulur, arabasına koyar, bir şeyler alırlar. Yürürken, çocukluğunda annesinin anlattığı bir hikayeyi anımsayacak, fakat gerçekte böyle bir yer olup olmadığından da şüpheli olduğu sezilecektir.

Filmin sonunda, Jean Michel Basquiat’ın 12 Ağustos 1988’de, henüz 27 yaşındayken, aşırı eroinden öldüğü notu düşülmüştür.

Julian Schnabel’in bu güzel filminin başını orada görememiştim. Fakat ben de bıraktığı etkiyle, New York’ta bir kitabevinden DVD’sini almıştım. Bu yazı nedeniyle oturup yeniden seyrettim, hatta bazı sahnelerini birkaç kez seyrettim. Size filmin başını anlatmadım, ilk kez karşılaştığım ve etkilendiğim gibi yansıtmak istedim. Belki sizin de seyretmek isteyeceğinizi düşünerek.

Bu kısacık ve hüzünlü yaşama, grafiti sanatı eşlik ediyordu filmin birçok sahnesinde. Bana göre graffiti hem bir sanat, hem de kendini ifade etmenin, sosyal ve politik iletişimin de bir yoludur.

İmren Ç. Tüzün